23 Ocak 2014 Perşembe

Panerotizm: Yaşamın Dansı

Kaos bir danstır, yaşamın akışkan bir dansı; ve bu dans erotiktir. Uygarlık kaostan nefret eder; ve bu yüzden, Eros’tan da nefret eder. Hatta cinsel olarak özgür sayılan zamanlarda bile, uygarlık erotik olanı bastırmıştır. Orgazmın yalnızca bedenlerin birkaç küçük parçasında ve sadece bu parçaların doğru kullanılmasıyla sonuçlanır olduğunu öğretir. Seksi neşeli, masum bir oyundan ziyade rekabete dayalı, başarı-merkezli bir iş kılarak, Eros’u Mars’ın zırhına sıkıştırır.

Hâlâ daha böyle bir bastırılmanın ortasında bile, Eros bu kalıbı kabul etmeyi reddediyor. Onun neşeli, dans eden görünüşü her yerde Mars’ın zırhını delip geçiyor. Uygar varoluşumuz tarafından körleştirildiğimiz kadar, yaşamın dansı da ufak tefek yollardan farkındalığımız içersine sızmayı sürdürüyor. Günbatımını seyrederiz, ormanın ortasında dikiliriz, bir dağa tırmanırız, çimenlerin üzerinde yalın ayak yürürüz, ve belirli bir mutluluk, huşu ve sevinç duygusu hissetmeye başlarız. Uygarlığın sözde “cinsel yönden duyarlı bölgeleri” ile sınırlandırılmamış bir orgazmın, tüm bedenin orgazmının başlangıcıdır bu, fakat uygarlık asla duygunun kendini tamamlamasına müsaade etmez. Aksi halde, uygarlığın ürünü olmayan herşeyin canlı ve neşeli bir şekilde erotik olduğunu fark ederiz.

Ancak bazılarımız yavaş yavaş uygarlığın anestezisinden uyanıyoruz. Her taşın, her ağacın, her nehrin, her hayvanın, evrendeki her varlığın nitekim yalnızca canlı olmadığını, hatta şimdi bile uygar canlılar olarak bizlerden daha canlı olduğunun farkına varıyoruz. Bu farkındalık sadece entelektüel değil. Olamaz da yoksa uygarlık onu hemen başka bir akademik teoriye çevirecektir. Onu hissediyoruz. Nehirlerin ve dağların aşk-şarkılarını duyduk ve ağaçların danslarını gördük. Oldukça canlı olduklarından, artık onları cansız şeyler olarak kullanmak istemiyoruz. Onların aşıkları olmak istiyoruz, onların zarif, erotik danslarına katılmak istiyoruz. Bizi ürkütüyor. Uygarlığın ölüm-dansı içimizdeki her hücreyi, her kası donduruyor. Beceriksiz dansçılar ve beceriksiz aşıklar olacağımızı biliyoruz. Aptal olacağız. Fakat özgürlüğümüz aptallığımızda yatıyor. Eğer aptal olabilirsek, uygarlığın zincirlerini kırmaya, elde etme gereksinimimizi kaybetmeye başlamıştık bile. Elde edecek bir gereksinim olmadan, yaşamın dansını öğrenmek için zamanımız olur; ağaçların ve taşların ve nehirlerin aşıkları olmak için zamanımız olur. Veya, daha doğrusu, zaman bizim için var olmaya son verir; yaşayan herşeyi sevmeyi öğrendikçe dans yaşamlarımız olur. Hâlâ içimizde hüküm süreceğinden, onu tamamen yeniden yaratacağız.

Öyleyse haydi yaşamın dansını edelim. Utanmadan hantalca dans edelim, bizler için uygar insan beceriksiz olamaz mı ki? Gözlerimizle, ayak parmaklarımızla, ellerimizle, kulaklarımızla nehirlere, ağaçlara, dağlara aşk duyalım. Bedenimizin her parçası yaşamın dansının erotik coşkusunun farkında olsun. Uçacağız. Dans edeceğiz. Şifa bulacağız. İmgelemlerimizin kuvvetli olduğunu keşfedeceğiz, ki onlar arzu ettiğimiz dünyayı yaratabilecek erotik dansın parçalarıdır.


Feral Faun

22 Ocak 2014 Çarşamba

Zayıflığın Zorbalığı

Bugün her yerde zayıflıkla karşılaşıyoruz. Zayıfız ya da sanki farklı görünmekten korktuğumuz için böyle davranıyoruz.,

Artık kendine güvenmek; kendisi ya da başkaları veya başka şeyler hakkında bilgi sahibi olmak modaya uygun değil. Eski moda, çoğu zaman da zevksizlik olarak görülüyor. Artık birşeyleri iyi yapmak için çaba harcamıyoruz ve bununla demek istediğim yapmayı seçtiğimiz şeylerin hiç bir maliyeti olmaması gerektiğine inanıyoruz. Mantığa aykırı ve üstünkörü bir şekilde, ayrıntılara dikkat göstermeden yapıyoruz. Elbette bu zayıflıkla tamamen övünmüyoruz, ama bunu arkasına gizlenecek bir tür siper olarak kullanıyoruz.

Böylece hızla yayılan bu yeni mitin köleleri haline geliyoruz. Burada yapmak istediğimiz -zayıflığın kılık değiştirmiş halinden başka bir şey olamayan- “iktidar” hakkında konuşmak değil, fakat daha ziyade bu durumu açıklığa kavuşturmaktır. Bu,  değerlerin tahrip edilmesi ve hem yaşamak hem de düşmanlarımıza saldırmak üzere elde etmememiz gereken araçların çarpıtılması meselesidir. Bugünün hakim modeli kaybedendir; vazgeçmek, mücadeleyi terk etmek ya da sadece hız kesmektir. Bu eğilimin sürmesini görmekte iktidar yapısı her türlü çıkara sahiptir. Neredeyse hiç bir surette düşünmüyor ve yetersiz akıl yürütüyoruz, çeşitli bilgilendirme kanallarından çıkan mesajlara pasif bir şekilde boyun eğiyoruz. Tepki göstermiyoruz.

Budala ile pul koleksiyoncusunun ortasında bulunan bir kişilik inşa ediyoruz. Çok az anlıyor, yine de çok fazla biliyoruz: yararsız dağınık şeyler kalabalığı, cep ansiklopedisi bilgisi.

Bir aptal ya da cahil olmaya, kaybedenler olmaya hakkımız olduğuna inandırılıyoruz.

İktidarın mantığına ait olan verimli bir model olarak düşünülen verimliliği hasmımıza terk ettik. Ve bu doğruydu, kaçınılmazdı bir kere. Eğer bu sınıf düşmanına zarar verme sorusu olsaydı işe devamsızlık ve çalışmaya karşı olmak haklı olurdu. Fakat artık bu davranışı içimize attık ve oyuna geri dönmek isteyen bizim düşmanımız.  Hatta kendimize ve istediğimiz şeylere rağmen pes ettik.

Ve böylece doğu felsefesini yakalayan kelebeğe, alterrnatif ürünlere ve düşünme biçimlerine, çok az yararı olan ve keskinliğini kaybetmiş şeylere döndük yüzlerimizi. Dişlerimizin dökülmesini beklemek yerine, bizzat kendimiz teker teker söküyoruz onları. Artık mutlu ve dişsiziz.

İktidarın laboratuvarları bizler için yeni vazgeçiş modelleri programlıyor. Sadece bizler için tabii ki. Kazanan azınlık için, model hâlâ saldırganlık ve fetihtir. Artık isyanlarda ve kontrol altına alınamayan başkaldırılarda başıboş kalmasına izin verilen kanlı, zorlu barbarlar değiliz. Hiçbir şeyin felsefecilerine, eylem şüphecilerine, yılgına, züppeye dönüştük. Dilimizi ve beynimizi büzüştürdüklerini hâlâ idrak edemedik. Artık başkalarıyla iletişim kurmak için herhangi bir şeyi zar zor yazıyoruz. Artık zar zor konuşuyoruz. Televizyondan ve sporun bayağılıklarından, iletişimi kolaylaştırıyor gibi görünürken gerçekte alçaltan ve hadım eden baraka-tarzı gazetecilikten yapılmış güdük bir lisanla kendimizi ifade ediyoruz.

Fakat daha beteri hâlâ daha fazla birşey yapmak yönünde herhangi bir çaba sarfetmiyoruz. Kendi sorumluluğumuzu Üstlenmiyoruz. Çok kısa zamanlarda, fazla okumayıp çok az şey yapıyoruz. Bir miting, bir eylem burada ve orada ve biz yere kapandık, geberdik. Öte yandan saatlerimizi içerikten yoksun müzikleri, anlamadığımız dillerdeki şarkıları, fabrikayı, yarış arabalarını ve motosikletleri  taklit eden gürültüleri (anlamadan) dinleyerek harcadık. Kendimizi doğaya (artık ondan geriye ne kaldıysa) tefekküre dalarak kaybetsek bile gerçekte yürüyüşe çıkmıyoruz, fakat bu yürüyüş bize nüfuz ediyor. Kapitalizmin (yeni alternatif biçimi, elbette, önceki geçmiş biçiminden daha da kötü) bir duraklamadan sonra gerçeği söylediği ekolojik ya da naturalist modellerine, bayağılığa razı oluyoruz. Ama basitçe tefekküre dalmayı değil bağlılığı ve güçlü olmayı, saldırıyı ve mücadeleyi talep eden doğa ile gerçek bir ilişki kurma hakkında  hiçbir deneyimimiz yok.

Ve sakın bana kapitalistlerin saldırgan davranışlarına karşılık olarak ılımlı davranışlar geliştirmemiz gerektiğinden bahsetmeyin. Sermayenin ifade ettiği ya da Paris - Dakar yarışının katılımcılarının saldırganlığının ne olduğunu mükemmelen biliyorum. Benim bahsettiğim bu değil. Gerçekten her türlü saldırganlığı kastetmiyorum. Sözcükler yanıltıyor olabilir. Benim kastettiğim, gemi alev alev yanıp giderken kişinin zamanını boşa harcamak yerine eylem yapmasının zorunlu olduğudur.

Geniş kapsamlı değişikliklerin vuku bulduğuna ikna olduk veya olmadık. Ancak kapitalizm ve iktidar şimdiki hayatlarımızı altüst edecek,  kim bilir kaç on yıl sürecek bir dönüşüm geçiriyor. Eğer buna derinlemesine bir şekilde ikna olmazsak, o zaman rüyalarımızdaki kelebekleri, budizmin mitlerini, homeopatik ilaçları[1], Zen felsefesini, kaçış edebiyatını, sporu ya da bizi gramerden ve dilden makbul bir uzaklığa yerleştiren her ne ile eğleniyorsak onu yakalamaya devam edebiliriz.

Fakat eğer ilk varsayıma ikna olursak, bizi kölelere dönüştürmeye kararlı bir projenin, prensipte zincirlerimizi görme ihtimalinden bile yoksun bırakacak bir kültürel kölelik projesinin yürürlükte olduğuna ikna olmuşsak, o zaman müsamahaya veya mücadeleyi bırakma ya da engelleme eğilimine artık tahammül gösteremeyiz. Ve burada söylediklerimizin yalnızca arkalarında zaten devrimci bağları olan yoldaşlar için geçerli olduğu sanılmamalı ve şimdi yeşiller, turuncular, budistler ya da bu tür başka sürülerin içinde huzurlu bir şekilde otlayanlar için de geçerli. Kendilerinin hâlâ devrimci olduklarını fakat gün be gün fiziksel ve zihinsel bir kirlenmenin ilerlemesinin trajedisini yaşadıklarını düşünenlerden de bahsediyoruz.

Bu basit bir eylem çağrısı değil. Mezarlıklar bu tür çağrılarla dolu. Kapitalizmin laboratuvarlarında üzerine çalışılan şimdi mükemmel olması için uygulanan bir proje hakkında konuşuyoruz. Mücadele etme kapasitemizden yavaş yavaş ve acısız bir şekilde bizi uzaklaştırmayı hedefliyor. Bu proje sermayenin derinlemesine bir biçimde yeniden yapılanmasıyla el ele gidiyor. Bizimki gönüllülükle ya da anlamsız bir çığlığı sevip sevmemenizle ilgili bir çağrı değil. Bunun, sınırlı ve tahmini de olsa, etrafımızdaki dünyanın geçirdiği derin değişimleri anlamaya ufak bir katkı olmasını umarız.

Javiera Hernandez

--------------------------------------------------------------------------------


[1] Homeopatik ilaçlar, bitki, mineral ve hayvansal maddelerin minimum dozda su ile seyreltilerek hazırlanmasıdır. Homeopati; vücudun kendi kendini tedavi edici yanıtlarının uyarılmasıyla vücudun kendi kendini iyileştirmesinin sağlandığı, herhangi bir kontrendikasyonu (kullanılmaması gereken durum) veya yan etkisi bulunmayan, doğal bir alternatif tıbbi tedavi şeklidir. Homeopatide kullanılan ilaçlar vücudun dengeleme mekanizmasını harekete geçirerek; semptomların çıkmasına neden olan kaynakları bertaraf eder ve bu sayede kendini iyileştirir.

21 Ocak 2014 Salı

Aşktan Tasarruf Etmeye Son

“Mutlak sevgi kusursuz bir güzelliktir; içerisinde nefret ya da sahip olma yoktur…. Bu yüzden sevgiyi bulabileceğiniz her yerde kabul edin: Sevgiyi fark etmek zordur çünkü asla soru sormaz.” - Austin Osman Spare

Cinsel sevgi, erotik zevk, tükenmeyen coşkunluğun kaynağı bedenlerimizin mutlak tanrısallığının ifadesidir. Kozmosun yaratıcı enerjisinin ta kendisidir. Bu enerji serbest bir şekilde içimizde aktığı zaman, aşka, tüm kozmos ile erotik zevki paylaşmayı arzulamaya ulaşırız. Fakat yalnızca çok nadir olarak bu sınırsız enerjiyi deneyimleyebiliriz. Meta kültürünün sınırları içerisinde, aşk da bir metadır. Aşktan tasarruf geliştirilmiştir, ve bu tasarruf, hazzın özgürce akışını yok eder.

Aşktan tasarruf yalnızca aşk kıtlığı yaratıldığı için var olabilir. Küçük çocuklar olarak, bizler, kendimize ve tüm diğer varlıklara sevgi besleyen vahşi, tanrısal aşıklarız. Fakat ebeveynlerimiz bunu bizden çaldılar. Yetişkinler çocuk sevgilerinin cinsel doğasını inkâr ederler ve sevgi ifadelerini kabul edilebilir davranışlarla değiştirirler. Kötü olarak tabir ettikleri kaba cinsel davranışlarımız için bizleri cezalandırır veya azarlarlar. Bizi yargılarlar ve böylece kendimizi yargılamayı öğretirler. Kendimizi sevmek yerine, kendimizi kanıtlamaya mecbur bırakılmış hissederiz – asla kendimizden emin hissedemeyiz. Aşk kozmosun bir hediyesi olmaktan çıkar ve uğruna rekabet etmek zorunda olduğumuz oldukça nadir, yüksek fiyatlı bir meta haline gelir.

Tasarruf edilen aşk için rekabet bizi değiştirir. Kendiliğindenliğimizi, özgür ve şen kişisel ifademizi kaybediyoruz. Gerçekten hissettiğimiz gibi hareket etmek fark etmiyor. Kendimizi arzu edilebilir kılmalıyız. Eğer kültürel standartlara göre iyi görünüyorsak büyük bir avantaja sahibizdir, çünkü görünüş bizi arzu edilebilir cinsel bir meta yapan şeylerin ana parçasıdır. Fakat diğer işe yarar özellikler de vardır – kuvvet, üstün cinsel yetenek, “güzel tat”, zekâ, parlak anlayış. Ve elbette, sosyal-cinsel oyunları nasıl oynayacağını bilmek. En iyi aktör bu oyunlarda kazanır. Doğru imajı nasıl takınacağını bilmek, hangi durumda hangi rolü oynayacağını bilmek – bu size tasarruf edilen aşkı satın alacaktır. Fakat kendinizi kaybetme pahasına.

Çok az insan hem fiziksel çekiciliğe hem de sosyal-cinsel oyunları oynamada ustalığa sahiptir. Bu yüzden çok ender fırsatlar dışında sevgisiz bırakıldık. Bu fırsatlar ortaya çıktığı zaman, onların doğal olarak akmasına izin vermememiz, aksine onlara tutunmaya, onlara erişmeye çabalamamız sürpriz değildir. Aşktan tasarruf edildiğinde, özgür ilişki kurmaya yardımcı olmaz. Çünkü belirli bir sevgiliden uzaklaşmak aşkın kendisinin sonu anlamına gelir. Özgürce ilişki kurmak yerine, ilişki inşa etmeye – ilişkiyi kalıcı kılarak, sevgililerden birinin kandırıldığını hissettiği ya da aşkı kaybetme korkusu yüzünden ekonomik bir ilişki bulduğu bir noktaya kadar birbirlerine aşk sattıkları bir alıp verme sistemi içerisine pekiştirerek – ve bütün tekrardan aşkı kazanma sürecini gözden geçirmeye çalışırız.

Ve ilişkilerin – tasarruf edilen aşkın bir ifadesi olarak – genellikle tek eşli olduğu düşünülür. Sevgilimizi bir başkası için kaybetmek istemeyiz. Eğer aşkımızı birbirimize sadece satmakta anlaşamazsak, sevgilimiz daha iyi bir ürün, bize tercih edebileceği bir sevgili bulamaz mı, ve de bizi terk edemez mi? Ve böylece sevgi azlığının sebep olduğu korkular, kendisini pekiştiren kurumlar yaratmaya yardımcı olur.Bazı insanlar ilişki tarzını seçmezler. Kendilerini gerçekten arzu edilir metalar olarak kanıtlamak isterler. Böylece cinsel fatihler olurlar. Cinsel fetih arenasında yüksek bir skor yapmak isterler. Zevki paylaşmak umurlarında değildir. Yalnızca bir imaj yaratmak isterler. Ve bu kişiler statü için de aynısını yaparlar. Bu insanlar için tam paylaşımın coşkunluğu aşkın tasarrufuna mağlup olmuştur. Tam paylaşımın coşkunluğu artık bir skordur ve önemsenen yalnızca skordur. Metaları daha değerli yapmak için, aşkın tasarrufu cinsel uzmanlaşma yaratmıştır. Elbette, doğal çift cinsiyetliliğimizdeki erkeksilik ve kadınsılığa olan kültürel vurgu bunun önde gelen bir şeklidir. Fakat cinsel tercih etiketleri, kişisel kalıcı tanımlamalar oldukları zaman da bunun bir parçasıdırlar. Arzularımızın serbestçe akmasına izin vermekten ziyade, kendimizi gay veya heteroseksüel ya da biseksüel ya da fetişist olarak tanımlayarak, kendimizin uzmanlaşmış bir ürününü yaratıyoruz ve böylece de aşkın kıtlığını pekiştiriyoruz.

Aşk metalaştığında gerçek aşk olmaktan uzaklaşır; çünkü Eros zincirlenemez. Aşk özgürce akmalıdır, fiyatı olmadan ve beklentisi olmadan kolayca akmalıdır. Aşktan tasarruf edildiğinde var oluşu sona erer, çünkü sevgililerin varlığı son bulur. Arzu edilir ürünler olmak zorunda olduğumuzdan, kültürümüzün bize öğrettiği rolleri edinmek için gerçek özlerimizi bastırmamız bizleri arzu edilir kılacaktır. Maskeyi öpen maske, sureti öpen suret olacak – gerçek sevgililer hiçbir yerde bulunamazlar.

Eğer cinsel sevginin sonsuz enerjisini, coşkunluk içerisindeki bedenlerimizin vahşi tanrısallığını deneyimleyeceksek, kendimizi aşk tasarrufundan kurtarmalıyız. Kültürümüzün aşk olarak kabul ettiği bu cansız kabuğun tüm görünüşlerini üzerimizden atmak zorundayız. Çünkü sınırsız zevkin vahşi neşesi bu görünüşlerin bulunduğu hiçbir yerde deneyimlenemez.

Aşk tasarrufundan kurtulmak için, aşk bizim için bir kıtlık olmayı bırakmalıdır. Vahşi kozmos aşıklarla doluyken, meta kültürü bunu bizden çalmıştı. Aşkın kıtlığından kendimizi özgürleştirmenin tek bir yoluyla başbaşa kaldık. Kendimizi sevmeyi öğrenmemiz gerekiyor, kendimizi seveceğimiz böyle bir zevkin kaynağını bulmamız gerekiyor. Hepsinden öte, aşık olacağım zevkin kaynağı benim bedenim değil mi? Etim, sinirlerim, karıncalanan tenim bu sınırsız enerjinin aktığı uçsuz bucaksız galaksiler değil midir? Kendimizi sevmeyi öğrendiğimiz zaman, kendimizi sonu olmayan erotik zevkin bir kaynağı olarak bulduğumuz zaman, aşk bizim için asla kıt olmayacaktır. Çünkü sevgili olarak her zaman kendimize sahip olacağız.

Ve kendimizi sevdiğimiz zaman, Eros’un sınırsız neşesi özgürce dışarıya doğru dökülerek bedenimizden akacaktır. Aşkı ihtiyaçtan dolayı kavramayacağız, ona açık olan her canlıyla engin erotik enerjimizi özgürce paylaşacağız. Aşıklarımız erkekler ve kadınlar, ağaçlar ve çiçekler, hayvanlar, dağlar, nehirler, okyanuslar, yıldızlar ve galaksiler olacak. Aşıklarımız her yerde olacaklar, çünkü kendimiz de aşkız.

Kudretli aşk tanrıları olarak, o halde kanuna karşı gelen kahramanlar olarak dünyayı dolaşabiliriz, çünkü aşk tasarrufundan kurtularak, tüm tasarrufa karşı gelme gücüne sahibiz. Ve aşıklarımızın suistimal edildiği, köleleştirildiği ve tehdit edildiği bu kültüre müsamaha etmeyeceğiz. Aşkın tüm kudretli enerjisiyle, sevdiğimiz her şey özgür olana dek her zinciri kıracak ve her duvarı yerle bir edeceğiz. Ve böylece ekonominin uzun, kabuslu hükmü, uygarlığın ölüm dansı sona erecektir.


Feral Faun
Kurban Edim İdeolojisi

New Orleans’da, Fransız Mahallesinin hemen dışında, bir tahta perdenin üzerine şablonla yazılmış bir duvar yazısında şöyle yazıyor: “Erkek Tecavüz Eder.” Neredeyse her gün bunun önünden geçerdim. Yazıyı ilk gördüğüm zaman beni kızdırmıştı çünkü duvar yazısı beni bir “erkek” olarak tanımlıyordu ve ben asla birine tecavüz etmek istememişimdir. Ne de penisli arkadaşlarım böyle bir şey istemiştir. Fakat, hergün bu dogma duvar yazısına rastladıkça, kızgınlığımın nedenleri değişti. Bu dogmayı kurban edim ideolojisinin – korku, bireysel zayıflık (ve sonradan ideolojik temelli destek gruplarına bağlılık ve otoriteden babacı korunma) ve kişinin kendisini bir kurban olarak görmesine riayet etmeyen deneyimin tüm gerçekliklerine ve yorumlarına karşı körlüğü destekleyen bir ideoloji – feminist versiyonunun bir tekrarı olarak tanımladım.

Kurban edim ideolojisinin arkasında bazı gerçeklikler olduğunu inkâr etmiyorum. Hiçbir ideoloji eğer gerçekte herhangi bir temeli yoksa etkili olamazdı. Bob Black’in dediği gibi, “Hepimiz ebeveynlerin yetişkin çocuklarıyız.” Hepimiz tüm hayatımızı arzularımızın, tutkularımızın ve bireyselliğimizin bastırılmasına ve sömürülmesine dayandırılan bir toplumda geçirdik, fakat kendimizi, kurban edilişimiz açısından tanımlayarak yenilgiyi kabul etmemiz tamamen anlamsızdır.

Bir sosyal kontrol aracı olarak sosyal kurumlar, bu kurban edim hislerini kendilerine bağlılığı kuvvetlendiren yönlerde odaklarken her birimizin içindeki bu hisleri pekiştirir. Medya bizi suç, politik ve şirket içi rüşvetçilik, ırksal ve cinsiyet çatışması, kıtlık ve savaş hikayeleriyle bombardımana tutar. Bu hikayeler çoğu zaman gerçekte bir temele sahipken, oldukça açık bir şekilde korkuyu pekiştirmek için sunulurlar. Fakat çoğumuz medyadan kuşku duyarız, ve böyle çok sayıdaki “radikal” ideolojinin sofrasına konuluruz – hepsi bir parça gerçek algıyı kapsar, fakat hepsi ideolojik yapılarına uymayan ne varsa görmezler. Bu ideolojilerin her biri kurban edim ideolojisini pekiştirir ve bireylerin enerjisini bütünüyle toplum sorgusundan uzağa ve bireysel rollerinin enerjisini onu yeniden üretmeye odaklar. Hem medya hem de ideolojik radikalizmin tüm versiyonları, “dışarı” olan tarafından, Diğer’i tarafından kurban edildiğimiz, ve sosyal yapıların – aile, polis, kanun, terapi ve destek grupları, “radikal” organizasyonlar ya da bağlılık duygusunu destekleyebilen başka herhangi bir şey – bizleri korumak için orada oldukları fikrini pekiştirir. Eğer toplum – sahte, ideolojik, taraf tutan karşıtlık yapılarını da içeren – bu mekanizmaları kendisini korumak için üretmediyse, şimdi toplumu bütünüyle inceleyebilir ve onun kendisini yeniden üretmek için etkinliğimiz üzerindeki bağımlılığının farkına varmaya başlayabiliriz. Daha sonra, elde ettiğimiz her fırsatta, toplumun bağımlısı/kurbanı rollerimizi reddedebiliriz. Fakat kurban edim ideolojisi tarafından uyandırılan duygular, davranışlar ve düşünce şekilleri bu tarz bir bakış açısı bozulmasını oldukça zor kılar.

Herhangi bir şekilde kurban edim ideolojisini kabul ettiğimizde, korku içersinde yaşamayı seçeriz. “Erkek Tecavüz Eder” yazısını yazan kişi büyük ihtimalle bir feministti, etkinliğini ataerkil baskıya radikal bir karşı koyuş olarak gören bir kadındı. Fakat bu tarz ifadeler, gerçekte, yalnızca zaten var olan bir korku havasını arttırırlar. Kadınlara bireyler olarak bir kuvvet hissi vermenin yerine, kadınların aslında kurban oldukları, ve bu duvar yazısını okuyan kadınların yazının arkasındaki dogmayı bilinçli olarak reddetseler bile, muhtemelen sokaklarda daha korku içersinde yürüdükleri fikrini pekiştirir. Pek çok feminist konuşmanın içine işlemiş kurbanlaştırma ideolojisi ayrıca homoseksüel özgürlüğü, ırksal/ulusal özgürlük, sınıf savaşı ve lanet olsunki neredeyse tüm diğer “radikal” ideolojilerde kimi şekillerde bulunabilir. Birey için gerçek, anlık, kolaylıkla tanımlanmış bir tehditin korkusu, tehditi yok etmek için akıllıca bir hareketi motive edebilir, fakat kurban edim ideolojisi tarafından yaratılmış korku bireyin başa çıkması için hem çok büyük hem de çok soyut kuvvetlerin yarattığ bir korkudur. Sosyal kontrol ağı olan arabulucuları gerekli ve hatta iyi görünür kılan korku, şüphe ve paranoya havası olup çıkar.

Bireylerde zayıflık duygusunu, temel kurbanlık duygusunu yaratan, bu görünüşteki karşı konulamaz korku havasıdır. Çeşitli ideolojik “özgürlükçülerin” çoğu kez militan öfkeyle böbürlendiği doğruyken, nadiren gerçekten herhangi bir şeyi tehdit ettiği noktanın ötesine geçerler. Onun yerine, ezenleri olarak tanımladıklarından “özgürlüklerini” bahşetmelerini “talep ederler” (“militanca yalvarırlar” olarak okuyun). Bunun bir örneği, 1989 yılında San Francisco’daki “Without Borders” anarşist buluşmasında meydana geldi. Gittiğim pek çok atölyede erkeklerin kadınlardan daha çok konuşma eğiliminde olduğuna dair hiçbir problem yoktu. Ancak kimse kadınların konuşmasını durdurmuyordu, ve konuşan kadınlara herhangi bir saygısızlık gösterildiğinin farkına varmadım. Yine de, buluşmanın yapıldığı binanın avlusundaki umumi mikrofonda, “erkeklerin” tartışmalara hakim olduğunun ve “kadınları” konuşturmadığının ilan edildiği bir konuşma yapıldı. Mikrofonda nutuk çeken kişi, erkeklerin kadınlara konuşma süresi verdiklerinden emin olmalarını “talep etti” (yeniden, “militanca yalvardı” olarak okuyun). Diğer bir deyişle, ezilenlerin “haklarını” bahşetmek – saklı olan anlamıyla, erkeğin rolünü zalim ve kadınınkini kurban olarak kabul eden bir davranış. Belirli bireylerin tartışmalara egemen olduğu atölyeler oldu, fakat bireysel kuvvetiyle hareket eden bir kişi böyle bir durumun üstesinden bu durum meydana geldiği gibi derhal önünü keserek gelecek ve ilgili insanlara bireyler olarak değinecektir. Bu tarz durumları ideolojik bir kavram içersine koyma ve ilgili bireyleri sosyal roller olarak tutma ihtiyacı, gerçek, anlık deneyimi soyut kategorilere döndürmek kişinin zayıf olmayı, bir kurban olmayı seçmiş olduğunun işaretidir. Ve zayıflığı kabul etmek, kişiyi özgürlüğünü bahşetmesi için zulmedicisine yalvarmak zoruda olduğu anlamsız bir poziyona koyar – kişinin asla özgür olamayacağı yalnızca bir kurban olarak kalacağını garanti ederek.

Tüm ideolojiler gibi, çok sayıdaki kurban edim ideolojileri uydurma bilinç şekilleridir. Kurbanın – çok sayıdaki biçimlerinden herhangi birindeki – sosyal rolünü kabul etmek, kişinin kendisi için hayatını bile yaratmamayı ya da kişinin sosyal yapılarla olan gerçek ilişkilerini araştırmamayı seçmektir. Taraf tutan tüm özgürlük hareketleri – feminizm, homoseksüel özgürlüğü, ırksal özgürlük, işçi hareketleri vesaire – bireyleri sosyal rolleri açısından tanımlar. Bundan dolayı, bu hareketler yalnızca sosyal rolleri kıran bakış açılarının bozulmasını içermezler, ayrıca bireylerin kendi tutkuları ve arzularına dayandırılmış bir praksis yaratmalarına da izin vermezler; aslında bu tarz bir bakış açısı bozulmasına karşı gelir. Bireyin sosyal rolünün “özgürlüğü” hedef olarak kalır. Fakat bu sosyal rollerin bu “özgürlük” ideolojileri çerçevesindeki özü kurbanlıktır. Bu yüzden acı çeken yanlışların tekrarı “kurbanların” asla ne olduklarını unutmamalarını garanti etmek için tekrar ve tekrar söylenmek zorundadır. Bu “radikal” özgürlük hareketleri korku havasının hiçbir zaman kaybolmamasına, ve bireylerin kendilerini zayıf ve kuvvetlerini gerçekte kurban edilişlerinin kaynağı olan sosyal rolleri içersinde görmelerini garanti etmeye yardım eder. Bu şekilde, bu hareketler ve ideolojiler tüm otoriteler ve tüm sosyal rollere karşı etkili bir isyan olasılığını engelleme davranışında bulunurlar.

Gerçek isyan hiçbir zaman güvenli değildir. Kendilerini kurban rolleri açısından tanımlamayı seçenler tam bir isyanı denemeye cesaret edemez, çünkü rollerinin güvenliği tehdit edilecektir. Fakat Nietzsche’nin söylediği gibi: “En büyük verimliliğin ve varoluşun en büyük zevkinin sırrı tehlikeli bir şekilde yaşamaktır!” Yalnızca kurban edimin bilinçli bir reddi, korku ve zayıflık içersinde yaşamanın reddi, ve kendi tutku ve arzularımızın kuvvetinin, tüm sosyal rollerin ötesinde yaşayabilen, ve tüm sosyal rollerden daha büyük bireyler olarak kendimizin kuvvetinin kabulü, topluma karşı eksiksiz bir ayaklanmanın temelini sağlayabilir. Bu tarz bir ayaklanma elbette, kısmen, öfkeyle körüklenir – feministleri, ırksal özgürlükçüleri, homoseksüel özgürlükçüleri ve otoritelerden “haklarını talep eden” benzerlerini motive eden gürültülü, kızgın, hüsran dolu kurban öfkesiyle değil. Daha ziyade zincirleri çözülmüş arzularımızın öfkesidir, tam güçte ve gizlenmemiş bastırılmış duygunun dönüşüdür. Fakat esas itibariyle tam bir isyan, özgür oyunun ve maceradaki hazın – toplumun bizden yoksun bırakmayı denediği çarpıcı yaşam için her olasılığı araştırma arzusunun – ruhuyla körüklenir. Bütünüyle ve sınırlamasız yaşamak isteyen hepimiz için, zaman, duvarlar içindeki utangaç bir fare gibi yaşamaya göz yumabildiğimizde geçmiştir. Kurban edim ideolojisinin her biçimi bize utangaç bir fare gibi yaşamayı önerir. Onun yerine, haydi çıldırmış ve gülen canavarlar olalım, neşeyle toplumun duvarlarını yıkan ve kendimiz için hayret ve şaşkınlığın yaşamlarını yaratan.


Feral Faun